Klasik Bir Cumartesi: Amon Amarth – Versus the World
Saman ve yünden şiltesinde yatarken gördüğü kapkaranlık rüyalardan sıyrılmak için mi yoksa küçük kulübesinin reçinesiz tahtalarındaki çatlaklardan sızan soğuk havanın etkisinden mi bilinmez, bir anda gözlerini açıverdi. Hayal ile gerçeğin birbirine karıştığı o kısacık sürede eli içgüdüsel bir hareketle amcasının ona verdiği, bundan onlarca kış evvel, henüz küçük bir çocukken güneyli kölelerden biri çalmaya çalıştığı için o günden beri asla yanından ayırmadığı baltasına gitti. Devasa cüssesiyle güneşin önüne geçerek dünyayı karanlığa hapseden koca kurdun hayali hala tazeydi. Bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Tanıdığı herkes bunu bilirdi. Her bjorr içişinde yaşlı Bragi Boddason bundan bahsederdi. Normalde çok daha keyifli şeyler -özellikle de Folkvang ile ilgili olanları çok severdi- anlatırdı ve kendini öyle kaptırırdı ki konuşmasını bitirdikten sonra bile uzun süre etrafındaki kimseden ses çıkmazdı. Köydeki herkes, öldüğü zaman -ki köydeki herkesten, kendisinden bile yaşlıydı- hikayeler anlatması için Odin’in onu yanına alacağına inanıyordu. Ancak biliyordu ki bugün kim ona Ragnarök’tan bahsedecek olursa, bu Bragi bile olsa, karşısındaki yere serip suratını dağıtacaktı.
Soğuktu. Çok soğuktu. Doğrulup silkinerek geceden kalmış, üzerine bal döktüğü kuru meyvelerin olduğu kaba uzandı. Uzun zaman önce Valhalla’ya giden babası ile birlikte avladıkları ayının postunu sırtına geçirip dışarı çıkmadan evvel kanını, yorgun ve yaşlı kemiklerini ısıtacak bir şeye ihtiyacı vardı. Fimbulvetr gerçekten de kapısına dayanmış mıydı bilmiyordu ama öyle değilse bile Fenrir’den önce bu soğuğun onu yutacağına emindi. Yalnızca biraları bittiği için sefere çıktıkları zamanları özlüyordu. Tüm dünyaya kafa tutabildiği, uyuyakalmadan bal likörü içebildiği, bir ayıyla güreşebildiği, uzun saçlı güzel kadınların peşinde koştuğu zamanları. O günler çok geride kalmış, tanrılar onu yaşlılıkla cezalandırmıştı. Artık tek isteği bir an evvel gökkuşağı köprüsünü geçip ailesinin ve dostlarının yanına gidebilmekti. Tüm kuzeyi birbirine karıştıran, deli -bunun onun yüzüne söylememelisiniz- Sweyn’in de dediği gibi “Eğer tüm savaşları kazansaydım çok yalnız biri olurdum yaşlı dostum.” Her nasıl olacaksa bir an evvel olması için, en çok da savaşırken ölmek için Odin’e dua etmekten başka bir seçeneği yoktu. Kulübesinin kapısını savurarak açtı, postuna sıkı sıkıya sarıldı ve kar yüzünden kaybolmaya yüz tutmuş daracık patikadan aşağı, bulabilirse biraz daha balık yağı alabilmek için kıyıya doğru yürümeye başladı. Şansı yaver giderse balıkçıyla kavga ederlerdi. Hem belli mi olur, belki de balıkçı büyük zıpkınlarından birini kullanırdı…
İşte Versus the World böylesine basit, çarpıcı, hüzünlü ve güçlü. Müziği tamamen teknik bir kavram ve bir mücadele olarak değerlendirmeyen tüm dinleyicilerin rahatlıkla benimseyebileceği sade, vurucu ve her anlamda duygusal bir müzik yapan Amon Amarth’ın pek çoklarına göre With Oden on Our Side ile beraber en iyi albümü.
Fazlasıyla zengin bir kaynak olan Viking kültüründen beslenen Amon Amarth’ın bu kültüre ait ögeleri karanlık bir estetik anlayışı ve içten bir bağlılık ile müziğine yedirebiliyor olması ile nasıl dünya çapında dev bir fenomene döndüğü malumunuz. Grubun gücüne güç katan, hiçbir zaman göze batmayan ya da samimiyetsiz olarak nitelendiremeyeceğimiz tavrı ve melodik death metalin dinleyici dostu doğası ilk defa Versus the World ile bu kadar uyumlu harmanlanıyor. Tanrıların Alacakaranlığı ile yok olacak ve yeniden doğacak dünyanın bu hüzünlü hikayesi, Johan Hegg’in albümün hiçbir anında karakterden çıkmayan, kimi zaman coşkulu ve kaderine boyun eğmeyen, kimi zaman ise coğrafyaya özgü bir kabulleniş ve bilincin getirdiği melankoli hissiyle sarmalanmış muazzam vokaliyle hayat buluyor.
Amon Amarth’ın en ağır, en hüzünlü ve en duygusal albümlerinden biri Versus the World. Elbette dokuz boyunca asılı olduğu yerde, kendi mızrağı Gungir ile deşilerek işkence gören Odin’in öyküsünü başka türlü anlatmak, dünyaya meydan okuyan, tanrıların dev salonunda dostlarıyla beraber avlanıp, ziyafet çekip, savaşıp öldükten sonra tüm bunları yinelemek için yeniden dirilecek olmanın hayaliyle ölümü kucaklayan insanların tutkularını işin içine duyguları katmadan aktarabilmek imkansız olurdu. Grubun hüznü yansıtmak istediğinde neler başarabileceğini yıllar içerisinde Fate of Norns, Embrace of the Endless Ocean, Cry of the Black Birdsve daha niceleri sayesinde gayet iyi gördüysek de tekil örnekler haricinde genele yayılmış duygusallığın en yoğun olduğu albüm kesinlikle Versus the World.
Aslında bu duygu durumumunu oluşturan özelliklerin büyük bölümü, kolaylıkla yapılabilecek yanlış bir değerlendirme sonucunda rahatlıkla eleştiri noktalarına dönüşebilecek türden özellikler. Ancak hiçbir zaman fazla hızlanmayan gitarlar, aynı biçimde orta tempo sınırlarından pek taşmayan davullar ve kolay anlaşılabilir, çarpıcı olmaktan uzak bir vokal tarzı tutturan Johan’ın yorumu gibi farklı bileşenleri ayrı ayrı inceleyip “yeterince” olmamakla suçlamak, Abyss stüdyolarının konforundan uzaklaşıp farklı bir şey denemek isteyen grubun prodüksiyonundan dem vurmak veya daha da ileri gidip melodik death metalin kendisine çamur atmak emin olun ne Amon Amarth’ın ne de Versus the World‘ün değerinden bir şey kaybettiremez.
Melodik death metal demişken, Amon Amarth’ın ilerleyen yıllardaki tercihleri daha temiz bir prodüksiyon anlayışına yaklaşmış olsa da 2002 yılındaki bu kaydı alışageldik melodik death metal kayıtlarından ayırmak lazım. Ne türdeşleri kadar temiz ne de onlar kadar cilalı bir kayda sahip Versus the World. Bu özelliği ve neredeyse “dağınık” olarak nitelendirebileceğim hava bilinçli bir tercih sonucu mu oluşmuş bilemiyorum ama hali hazırda pes gitarlar ile orta tempo davulların birleşimi her zaman kıyamet hissini kolaylıkla dinleyiciye geçirebilen bir formülken bir de böyle dağınık bir miksajın olması konseptin yıkıcı gücünü kat be kat artırıyor bana göre.
Grubun ortalama dinleyiciye hiç çaktırmadan müziğine yedirebildiği thrash ritmleri sayesinde gereksiz yere fazlasıyla blast-beat kullanmak gibi bir hataya hiç düşmüyor. Bu sayede de davula geniş bir alan kalıyor. Sekiz albüm sonrası 2013 yılında gruptan ayrılan Fredrik Andersson da bu alanı öylesine güzel ve bu tür ve o dönem için öylesine taze fikirlerle dolduruyor ki her dinleyişte Versus the World’ün diğer tüm Amon Amarth albümlerinnden daha iyi davullara sahip olduğunu düşünmeden edemiyorum.
Belki albümün sonlarına gelmeden önce, orta-tempo kullanımına kısa bir süre ara verildiği cevval bir parça ile son on beş-yirmi dakika öncesinde dinleyiciyi şöyle bir silkeleyebilse bugün Versus the World‘ü melodik death metalin en büyük birkaç albümünün yanına koyabilirdik. Ancak bunun dışında tek bir kusuru bile yok ve tıpkı yazının başındaki minik öykü gibi, birçok konuda bana ilham veriyor senelerdir. Tabii özellikle bu tür belirli kavramlar üzerine kurulmuş eserleri tüketme sıklığını iyi ayarlamak gerek. Her gün Davut heykeline bakarsanız bir noktadan sonra bir şey ifade etmemeye başlayabilir, ya da her akşam Macbeth’i veya Matrix’i izleyemezsiniz… Versus the World de aynı şekilde, aralıklı ama düzenli olarak tüketilmesi ve hep hatırda olması gereken, Amon Amarth’ın bugün olduğu hale gelmesinde belki de en çok emeği olan, pek çok açıdan kusursuz bir albüm.
97/100
Geri bildirim: Unleashed – The Hunt for White Christ – Metalperver