Klasik Bir Cumartesi: Megadeth – Rust in Peace
Dave Mustaine. Thrash metalin ve genel olarak metal müziğin en önemli ve en değerli isimlerinden biri. 15 yaşında kendi dünyasını kuran, 80’lerin başından itibaren bir anlamda dünyayı değiştiren METALLICA’nın ilk günlerinde orada olan, ardından da elbette MEGADETH ile birbirinden fantastik işler yapan bir gitar tanrısı.
Mustaine hakkında binlerce cümle kurup her birinde başka bir özelliğinden, yeteneğinden, başarısından, skandalından, fiyaskosundan, buhranından veya başka başka ilginçliklerinden söz edilebilir. Havuç kaça çelişkilerle dolu ve yaşı ilerledikçe giderek daha umursamaz ve enteresan bir hale geldiği için bu sözler şüphesiz birbiriyle zıt düşebilir ve Mustaine hakkında kapsamlı bir şekilde fikir sahibi olmak isteyen birini yanıltabilir. Ancak kurulacak tüm cümleler, yapılacak tüm eleştiriler ve tüm o nefretin asla değiştiremeyeceği veya bozamayacağı bazı gerçekler var. 1990 yılında biz dünyalıların kulaklarına taarruz eden Rust In Peace, bu gerçeklerden yalnızca bir tanesi.
Rust In Peace hakkında, Dave Mustaine için sarf edilebilecek sözlerde olduğu gibi herhangi ikircikli yargılarda bulunmak veya çelişkiye düşmek, bir başkasının sözleriyle zıtlaşmak pek mümkün değil. Çünkü Rust In Peace, dünyanın gelmiş geçmiş en iyi, en yaratıcı ve belki de türe en çok şekil veren bir-iki albümden bir tanesi ve çıktığı günden beri kimsenin, Dave Mustaine’in bile gücü bu gerçeği -olumlu anlamda bile- değiştirmeye yeterli olmadı.
Thrash metalin ne kadar gitar temelli bir müzik olduğu, her bir rifin, her bir solonun ne kadar önemli olduğu, her unsurunun ne kadar göz önünde ve savsaklamaya tahammülü olmayan bir özellik taşıdığı malumunuz. Günümüzde kusursuz olmak şöyle dursun, tanımlanmış doğruları bile eline yüzüne bulaştırmadan uygulayabilen ve ortalamanın üzerinde albümler yapabilen thrash metal grubu sayısının ne kadar az olduğunu da göz önüne alırsanız Rust In Peace’in ne kadar muazzam bir iş olduğunu anlamak daha da kolay bir hale geliyor; hani oldu ki son 27 seneyi başka bir gezegende geçirdiniz ise.
Marty Friedman mıdır dünyanın ve Megadeth’in en iyi gitaristi, bu tartışmaya açık bir konu olabilir belki ama tartışmaya açık olmayan bir şey varsa o da Friedman’ın Rust In Peace için yazdığı -üstelik de çaldığı- insan işi gibi görünmeyen mükemmel ve egzotik rif ve sololarının kalitesi olsa gerek. Artık dünyaca ünlü bir hale gelmiş “Tornado of Souls” solosu ile ilgili şöyle bir bilgi vereyim: Friedman’ın 2002 yılında verdiği bir röportajda anlattığı hikayede Friedman stüdyoda bu solonun kaydını bitirdikten sonra Dave Mustaine’in gelip, soloyu dinleyip, hiçbir şey söylemeden Friedman’ı elini sıkması gibi bir olay yaşanmış. Friedman’ın ne kadar üstün bir müzisyen olduğunun, bir başka çok üstün müzisyen tarafından, hafif de kıskançlığa karışmış bir saygıyla takdir edilerek ispatı olarak gördüğüm bu basit hareket bile her Tornado of Souls dinleyişimde tüylerimin diken diken olmasına yetiyor.
Megadeth’in gizli kahramanlarından David Ellefson ve büyük davulcu Nick Menza’nın (huzur içinde uyusun) ritim bölümlerdeki inanılmaz yetenek ve şovları, önlerinde Mustaine ve Friedman olmasına rağmen bu ikilinin de ne kadar efsane olduğunu ispatlıyor ve Rust In Peace’in temposunu belirleyerek, yabancıların sıklıkla bu tarz işleri benzettikleri “roller-coaster (lunaparklardaki hız trenleri)” hissini sonuna kadar yaşatıyorlar.
Her biri kendi başına ayrı ayrı şöhrete kavuşmuş “Holy Wars…The Punishment Due”, “Hangar 18”, “Tornado of Souls” veya “Rust in Peace…Polaris” bir yana, önce bir dinleyici, sonra bir davulcu ve ardından kendi çapında bir eleştirmen olan bir insan olarak hala nasıl çalınıp söylenebildiğine tam inanamadığım ve belki de Mustaine’in uyuşturucu bağımlılığı yüzünden kendisine ceza olarak bu kadar deli gitarlar yazdığı “Poison Was The Cure”, tüm vahşiliğiyle Megadeth’in “So far…” rif anlayışının bu kadronun elinde nasıl bir şeye dönüşebileceğini gördüğümüz “Take No Prisoners” ve bir çocukluk anısını/travmasını daha iyi anlatma ihtimali bırakmayan “Lucretia” derken Rust in Peace’in klasik bir albümde olmasını bekleyebileceğimizden çok daha fazla klasik barındırdığını fark ediyor ve kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir noktaya varıyorum.
Rust in Peace, burada isimlerini anıp şovu çalmalarına müsaade etmeyeceğim birkaç başka albümle birlikte gelmiş geçmiş en büyük, en unutulmaz, en iyi birkaç thrash metal albümünden biri. Hatta bana kalırsa dünya kültür mirasının bir parçası olarak saklanılıp dünya dışı varlıklarla karşılaşıldığında “biz de bunu yapabiliyoruz,” diye sunulması gereken işlerden bir tanesi.
Sen her anlamda gerçekten de koca bir çılgınsın Dave Mustaine ve seni çok seviyorum.
Benden günah gitti :
Agalloch-TheMantle, Ashes Against the Grain
Borknagar-Empiricism
Dark Tranquility-The Gallery
Dissection-Storm of the lights bane
Drudkh-Blood in our wells
Darkthrone-Transilvanian Hunger
Gojira-From mars to sirius
Immortal-At the heart of winter
In Flames-The jester race
Katatonia-Brave Murder Day
Negura Bunget-Om
Opeth-Still Life, Blackwater park
Pain of Salvation-The perfect element pt1, remedy lane
Primordial-To the nameless dead
Quo Vadis-Day into night
Shining-V Halmstad
Summoning-Stronghold
Taake-Bjoergvin
Ulver-Bergttat
Windir-1184
Tamam vurmayın 🙂
vay anasını sayın seyirciler. 🙂
Paradise Lost – Gothic
Katatonia – Discouraged Ones
Black Sabbath – Master of Reality
Type O Negative – October Rust
Candlemass – Epicus Doomicus Metallicus
Anathema – The Silent Enigma
My Dying Bride – Turn Loose the Swans
Down – Nola
Empyrium – Songs of Moors and Misty Fields
Moonspell – Irreligious
Kolay gelsin. 😀