Málmhaus
“Her insanın kendisine iyi geleceği düşüncesinden yola çıkarak gerçekleştirdiği bazı davranışlar, bu bağlamda belki de farkında bile olmadan edindiği alışkanlıklar vardır. Ya da çoğu insan, beklemediği bir anda ortaya çıkan ve açığa çıkardığı şeyin kendisini daha iyi hissettirmesi için çok derinlerinde bir yerlere bir şeyler gömer, diyelim. Yarı bilinçli bir halde oluşturulan bu garip savunma mekanizmaları farklı şekillerde açığa çıkar ve diğer insanlarda bir şaşkınlık oluşur. Durduk yere ağlamaya başlayan birini gördüklerinde, karşısında oturanın ortada bir şey yokken bir anda yediğini içtiğini bırakıp kaçarcasına bulunduğu ortamı terk etmesine şahit olduklarında, yağmur gibi basit ve gündelik bir olay gerçekleştiğinde bile bir anda değişen insanlarla karşılaştıklarında veya o yağmurda bir başına, saatlerce ıssız bir ormanda yürüdüğünü anlatan bir insanı dinlediklerinde, hatta 65 dakika boyunca nadiren değişen, üstelik çoğu söz ve melodilerin durmadan tekrarlandığı hipnotize edici bir müziği üstelik de büyük keyif alarak dinlediğini gördüklerinde diğer insanlar şaşırabilirler ve elbette insanlar şaşırdıklarında beklenmedik ve sert tepkiler verebilirler.”
NARGAROTH – Geliebte Des Regens kritiği için yazdığım bu paragraf, İzlandalı yönetmen Ragnar Bragason’ın Toronto Uluslararası Film Festivali’nde “Çağdaş Dünya Sineması” bölümünde gösterilen, biz metal sevdalısı insanların da bir hayli heyecanlanmasına sebep “Málmhaus” filmi için zihnimde dönen şeyleri bir parça özetliyor.
Filme dair ilk haberler yayılmaya başladığında, ilk görsellerde corpse-paint yapmış bir kızı ailesiyle birlikte sofrada gördüğümde ilk düşüncem bunun karikatürize edilmiş bir metal komedisi, bir parodi olacağı yönündeydi ve doğrusu beklentim oldukça düşüktü. Fakat Bragason’un senaryosu öylesine gerçek, öylesine bizi anlatıyormuş ki, Málmhaus son dönemlerde izlediğim en iyi dram filmlerinden birisi olup çıkıverdi. Evet, Málmhaus epey dramatik bir hikaye anlatıyor.
Şimdiden belirtmekte yarar var; bu filmin tr00 veya kvlt hiçbir yanı yok. Metal müziğe yapılmış bir güzelleme de değil. Hatta metal müziğin fantezi edebiyatına sıklıkla yapılan kaçış edebiyatı olması yönündeki eleştirilere benzeyen bir çıkarımı, alt-metni bile mevcut. Fakat dediğim gibi, Málmhaus’un temeli metal müzik değil, çocukluk travmaları.
Hepimizin hayatında, başa çıkmakta çok zorlandığımız, çok derinlere gömüp yok saymaya çalıştığımız şeyler olabilir. Hera da henüz çocuk yaştayken, ağabeyi Baldur’un saçma sapan bir kaza neticesinde hayatını kaybetmesi ile derin bir travma geçiriyor. Ebeveynleri de kendi üzüntülerinden kızlarının yaşadıklarını göremeyecek halde olunca, geriye yapayalnız ve ne yapacağı hakkında bir fikri olmayan bir çocuk kalıyor. Hera da, ağabeyinin hayatına mal olan, içinde bulunduğu yaşamın depresyonu (çiftlik hayatı diyebiliriz buna) ve ağabeyi ile arasında kalan tek bağın (evi, ağabeyinin odası) kopmasından korktuğu için yaşadığı yeri terk etmesine ya da kendi canına kıymasına engel olan güçsüzlüğünün ortasında, sıkışıp kalıyor. Tam da bu noktada devreye ağabeyinin heavy-metal sevgisi giriyor ve ağabeyinin tişörtlerini giymeye, kasetlerini dinlemeye, gitarını çalmaya başlayarak, bir rock-star olma hayali ile bir türlü içerisinden sıyrılamadığı gerçekliği arasında gidip gelen bir yaşam sürmeye başlıyor.
İlk kez beyaz perdeye çıkan Thorbjorg Helga Thorgilsdottir’in efsane bir şekilde canlandırdığı Hera, son yıllarda gördüğüm en iyi işlenmiş karakterlerden birisi. Yaptığı her hareketin altında yatan motivasyonu o kadar net bir şekilde görebiliyorsunuz ki empati kurma olayı resmen boyut atlıyor. Ağabeyinin canını aldığı için kendisine karşı borçlu olduğunu düşündüğü Tanrı ile ilişkisinden tutun yerel papazın da bir metal kafa olduğu anladığı anda verdiği tepkiye kadar her hareketi çok anlaşılabilir, çok içten ve çok samimi. Aynı şekilde çevresindeki insanların Hera’ya karşı tutumları da belki birçoğumuzun birebir yaşadığı türden, çok gerçek tepkilerden oluşuyor.
Değerli site sakinlerimizi daha çok ilgilendiren müzikal taraflara bakınca ise dönemin büyük heavy metal gruplarının yükselişine denk gelmesi sayesinde film boyunca birbirinden nefis şarkılarla karşılaşmak da kaçınılmaz olmuş. Hera’nın müzikal yolculuğu RIOT’dan SAVATAGE’a, JUDAS PRIEST’den IRON MAIDEN’a, BLACK-SABBATH’dan METALLICA’ya birçok öncü grubun peşinden MAYHEM gibi ekstrem gruplara geçtiğinde film tepe noktasına ulaşıyor.
Black metalin yayılmaya başladığı, kiliselerin alevler tarafından yutulmaya başlandığı dönemde kendi iç dünyasını en iyi bu şekilde yansıtacağına inanan Hera, kendi başına bir demo bile kaydediyor (ki bu sayede film mükemmel bir finale de kavuşuyor). Metal hakkında kurduğu “Onlar savaşı ve ölümü anlatıyorlar. Bunun bir parçası olmak istedikleri için değil, gerçek bu olduğu için.” cümlesi ise Hera’nın neden metal müziğe tutunduğunu çok, çok iyi özetliyor.
Karışık kasetler, çift kasetçalar eşliğinde kaset kopyalamak, demo postalamak gibi harika nostaljileri anımsatması, basit bir sembolizm diliyle Hera’nın yaşadığı buhranı enfes anlatışı ve özellikle finalindeki Hera’nın performansı (brutal vokal ile başlayıp normale geçişindeki sembolizm falan…Yahu çok iyi be!) ile çok uzun süre aklımda kalacak bir film oldu Málmhaus. İşi film okumasına dökmemek veya büyük büyük spoilerlar vermemek için bazı şeyleri üstünkörü geçmiş olsam da umarım birilerinin daha bu filmi izlemesini sağlayacak bir yazı olmuştur. Belki kendini çok tr00 belleyenler için eleştirecek çok fazla şey olabilir ama başta belirttiğim gibi çok net bir karakter draması ve eğer bu dünyada daha fazla insan, ortaklaşa bir acı yaşadığı sevdikleriyle birlikte son ses MEGADETH – Symphony of Destruction açıp içinden geldiği gibi, “deli” gibi tepinseydi eminim çok daha sağlıklı bir toplum olurduk.
Patreon’da hedef: 24/35
Metalperver’e destek olmak için aşağıdaki düğmeye tıklayıp bir göz atabilirsiniz: