Between the Buried and Me – Colors
Kimi zaman beklenmedik bir anda beklenmedik bir gruptan, kimi zaman ise öncesindeki ufak tefek sinyalleri görenler için biraz beklendik bir gruptan; öncesinde olan veya olmayan her şeye rağmen akılları baştan alan, oyunun kurallarını değiştiren bir albüm çıkar. Öyle farklıdır, öyle daha önce denenmemişleri denemiş, daha önce bakılmamış açılardan bakmıştır ki artık değişmeyeceğine kesin gözüyle bakılan tabulara, konseptlere; bazen tam olarak anlaşılması bile biraz zaman alır. Anlaşılana dek biz fani dinleyicilerin tek yapabildiği ağzımızdan akan salyaları kontrol altında tutabilmek için dilimizin altına pamuk yerleştirip, telefonumuzdaki o ufak “listeyi tekrar et” ayarını açık hale getirmektir.
BETWEEN THE BURIED AND ME “Alaska” ile, hatta öncesindeki kendi adını taşıyan albümle bile büyük bir şeylerin geleceğinin sinyallerini verdiyse de ne ben, ne de genel olarak metal müzik camiası “Colors” gibi bir şeye katiyen hazır değildi. Grubun; saf progresif metalin devlerinin dahi gittikçe sıradanlaştığı, metalcore’un birkaç yıl önceki dünya dominasyonunun kuvvetini gittikçe yitirmekte olduğu bir anda sönmeye yüz tutmuş bu iki kömürü kendine baz alıp neredeyse türler üstü bir seviyeye çıkartması, ışıl ışıl parlayan bir elmas haline getirip tıpkı seçtiği kapak gibi gittikçe monokromlaşan bir ortamı gökkuşağının her rengiyle donatması gerçekten akıl alır gibi değil.
Tommy Rogers hem klavyeleri hem de vokalleriyle fazlasıyla ön planda olsa da her enstrümanda virtüözite derecesinde elemanlara sahip olmak gibi hiç de adil olmayan bir avantajı olan BETWEEN THE BURIED AND ME, buna rağmen asıl ününü en başta teknikalitesi ile değil, eşi benzeri belki de hiç görülmemiş beste kabiliyeti ile, tıpkı QUEEN’in sık sık karşılaştırmalarına maruz kaldığı Bohemian Rhapsody‘si gibi birbiriyle hiç alakası yokmuş gibi gözüken sayısız pasajı bir araya getirip dikiş yerleri hiç belli olmayan kusursuz tek bir parça kumaş haline getirmesi ile elde etti. Bu yüzdendir ki enstrümanlarında muazzam seviyelere gelmiş, çalarken flu bir renk karmaşası haline gelecek kadar hızlı ve teknik anlamda eksiği olmayan müzisyenler dahi kendilerine isim yaptıklarında BETWEEN THE BURIED AND ME’nin virtüözleri mukayese edildikleri kişiler arasına girmiyor. Paul Waggoner, Dan Briggs, Dustie Waring ya da Blake Richardson o seviyede olmadıkları için değil; fakat buradaki asıl gücün onların kişisel performanlarından çok daha fazlası olduğunu herkes biliyor.
Albümün geri kalanına oranla belki Foam Born’lu açılış şarkılarının bir nebze zayıf kaldığı söylenebilir; ama bu onların kötü olduğundan ziyade “Colors”ın ne denli muazzam şarkılardan oluştuğuyla açıklanabilecek bir durum. Son of Nothing’i, Ants of the Sky’ı ve belki de hepsinden çok White Walls’un son dört dakikasını albümün çıkışından tam on yıl sonra yazıyor olduğum bu yazıya kadar dinlediğim yüzlerce, belki de binlerce (yok) defadan sonra bile nasıl şeylerle karşı karşıya olduğumun ayırdına hala tam olarak varamamış olmamı mümkün olduğunca çok grup ve albüm dinlemeye çalışan bir insan olarak mantık çerçevesinde açıklayamıyorum. Sun of Nothing’in Ants of the Sky’a bağlanışındaki gitarların kusursuzluğu, davul başındayken ekstra kol üretmediğine yalnızca videolarını izledikten sonra inanabildiğim Blake Richardson’ın oradan itibaren birkaç dakika bambaşka bir düzeyde ilerleyen davulları ve Tommy Rogers’ın vokallerinin kakofoniye düşeceğini beklerken bir şekilde müthiş bir ahenge sahip tüm bu elementlerin birleşimine bu denli uyumlu yürümesi bile tek başına bu albümü bir başyapıt seviyesine çıkartabilecekken, “Colors”ın böyle anlarla tıka basa dolu olması karşımızda belki de onlarca yılda bir gelebilecek kalitede bir albüm olduğunu göstermiyorsa ne anlama geliyor ki?
“Colors”tan önceki BETWEEN THE BURIED AND ME albümlerinin sağına soluna serpiştirilmiş halde bulunan, grubu o zamana değin bulunan benzerlerinden farklılaştırabilen grup eforlarının bu defa tüm albümü ele geçirmesi seviyeyi fazlaca kat yukarıya çekiyor ve dinlerken grup elemanlarının belki de ilk defa bir ekip halinde hareket ederlerse neler yapabileceklerini fark ettiklerini hissedebiliyoruz. “Colors”dan sonra müzikleri gittikçe daha progresif tarafa kaysa, özellikle “Coma Ecliptic” ile bu albümü bu kadar iyi yapan sayısız unsurun en önemlilerinden biri olan yırtıcılıklarını iyice kısmış olsalar da, BETWEEN THE BURIED AND ME’nin uzun zamandır bireyselliği bir kenara bırakıp birbirleriyle çok iyi anlaşan bir ekip halinde müzik yapıyor olması onların en büyük kuvvetlerinden bir tanesi. “Colors”ı dinlerken kafada oluşan “acaba stüdyo mucizesi mi bu” sorularının cevabını “Colors Live” ile soranda şüphe bırakmayacak bir şekilde “hayır” olarak veren grubun müthiş kompleks yapıdaki şarkılarını zerre zaman kayması yaşamadan sahnede de icra edebilmesi bunun en büyük göstergelerinden diye düşünüyorum.
Metal müziğin bir altın çağından söz edilebilir mi emin değilim. Heavy metalin ortaya çıkışı, thrash metalin en başta METALLICA olmak üzere devlerinin gücüyle elde ettiği yayılım, doom metalin güçlenmesi vesaire bu müziğin sürekli evrim halinde olduğunu ve “ama şu dönem harikaydı ya, öylesi olmayacak bir daha” gibi lafların altının boş olduğunu düşündürüyor. Bununla çelişmeyecek şekilde şunu eklemem gerektiğini hissediyorum yine de: “Colors” ve “Crack the Skye” gibi iki albümün, hatta BETWEEN THE BURIED AND ME ve MASTODON gibi iki grubun doğuşuna, büyüyüşüne ve metal müziğin evrimine büyük katkıda bulundukları eserler ortaya koyuşuna tanık olabildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum.
100/100
Sayısız grubun sayısız albümüne aşık bir insan olarak bunu söylemekten geri durmayacaģım,galiba hayatımda dinlediğim en iyi albüm bu. Ilk dinlediğim andaki şaşkınlığımı unutamıyorum. Yazıda enfes fakat katılmadığım bir nokta var ki Foam Born A bence şahane bir açılış şarkısı, adeta arkasından neler geleceğinin nasıl aklımızın başımızdan gideceğinin haberini veriyor.
sleep on… fly on. in your mind you can fly.
Bu gece, yarın ve birkaç gün daha böyle mırıldanıp duracağım.
Velhasıl başyapıttır işte.