The Devil – The Devil
Sadece adı, albüm kapağı falan ilginçli gelip de dinlediğim bir sürü grup vardır herhalde şimdiye kadar. Yeni çıkan albümlerin takibini yapan, harıl harıl kritik okuyan bir insan olmadığım için, “aa kapağı negzelmiş” diye edindiğim cidden epeyce grup vardır. Genel olarak belli metal alttürlerinin belli tarzda kapakları olduğu gibi bir gerçek varken, bu konseptin dışına çıkan gruplar genelde ilgimi çekiyor bir şekilde. Çoğu grup kapakta gösterdiği bu yaratıcılığı müzikte gösteremeyip arşivin derinliklerine kendi kendilerini hapsediyor tabii.
THE DEVIL’ın adını ve grubun kendi adını taşıyan albümünün kapağını görünce de ister istemez aklımda oluşan düşünce “anam GHOST bu” oldu. Tür olarak görmeyi beklediğim doom metal etiketinin yanında enstrümantal ve gotik metal etiketlerini de görünce, üst paragrafta bahsettiğim etkiden dolayı olsa gerek, ilgimi çekmeyi başardılar. Ve yine üst paragraftaki başka bir sebepten dolayı da, kendilerine verdiğim şansın yanında açıkçası çok fazla bir beklenti de yoktu.
THE DEVIL’ın beni hoş bir şekilde şaşırttığını itiraf etmem gerek. Temel olarak geleneksel doom riflerine dayanan bir müzikleri olduğu gerçeği, onları (imajları dışında elbet) bir GHOST taklidi yapmaya yetmiyor. Hatta onlardan alabildiğine farklı bir müzikleri var. Değindiğim üzere enstrümantal bir müzik yapıyorlar; fakat hemen her şarkıda dünya (daha doğrusu insanlık, diyelim) tarihindeki önemli olaylardaki konuşmalardan alıntılar barınıyor. Robert Oppenheimer’ın atom bombasıyla ilgili meşhur sözlerinden, Martin Luther King Jr.’ın daha da meşhur “I have a dream” konuşmasına, Dünya Ticaret Merkezi İkiz Kuleleri’ne yapılan saldırı sırasında gazetecilerin sunumlarına kadar çeşit çeşit ve oldukça etkileyici alıntıları albüm boyunca duyabiliyoruz. Şarkılarda, bu alıntıların gerek etrafına, gerekse altına o anki atmosfere uygun doom rifleri ve gotik etiketinin albüme yapışmasına yardımcı olan klavye partisyonları yerleştirilmiş.
Özellikle “World of Sorrow” ve ardından gelen, “Now I am become death, the destroyer of worlds” diye biten “Devil and Mankind”da o kadar güzel rifler ve melodiler yakalanmış ki, ikisi de tüm basitliğine rağmen dinleyiciyi etkilemeyi çok güzel başarıyor.
Evet THE DEVIL oldukça basit bir müzik yapıyor. Şarkıların etkileyiciliğinin kompleks bir yapıya ya da muazzam enstrüman performanslarına dayanması yerine basitlik ve kompozisyona dayanması gibi bir tercihte bulunmuşlar, ve şahsen albümde yer alan 13 şarkının çoğunluğu (hatta bir nevi giriş görevi gören ilk şarkı “Divinorum” ve 28 dakikalık lüzumsuz bitiş şarkısı “Ascension” dışında geri kalan 11 şarkı bile diyebilirim) beni gerçekten etkilemeyi başardı. Albümün bu basitliği, müziğe odaklanmayı bir gereksinim olmaktan çıkartıyor. Herhangi bir işle ilgilenirken arkada çalarken insanı yormayacak, dikkatini arada bir kafa veya ayakla ritim tutmaktan başka şekilde dağıtmayacak bir müzik var THE DEVIL’ın çıkış albümünde. Müziğe odaklanmayı seçer, alıntılara kulak verirseniz ise bambaşka lezzetler yakalamanız hiç zor değil.
Sözün özü; grup ismi, üyelerin imajı (hiçbirinin adı vs. de bilinmiyor bu arada) gibi konularda ilk akla gelen GHOST etkileşiminin (hatta belki müsaadenizle “çakmalığının”) THE DEVIL’ın müziğinde bir yer tutmaması benim için hoş bir sürpriz. Ortaya konan basit; fakat klavye ve yerinde riflerin kullanımıyla insanı sarmalayan müzik, ağzımda hoş bir tat bırakıyor. Kimi zaman kendini gösteren ufak gitar soloları da işin leziz baharatı oluyor. Çalma listenize atarken son şarkıyı dahil etmeminizi tavsiye eder, yorucu olmayan bir iş arıyorsanız bir göz atmanızda yarar olduğunu belirtir, ufaktan uzarım buralardan.
74/100