Pillorian – Obsidian Arc
Beklenti mutluluğun katilidir. Bu söz hiç de öyle bilgece ve görülmemiş bir tespit değil elbette. Her insanın hayatının bir döneminde farkına rahatlıkla vardığı, kiminin bir kişiye dair, kimininse bizler gibi bir albüme dair beklentisinin olumsuz sonuçlanmasının ardından yaşadığı üzüntü dalgasının akabinde, duruma biraz daha objektif yaklaşmasıyla, beklentilerimi yüksek tuttuğum için böyle oldu şeklinde düşünmesiyle varabileceği bir tespit. Demek ki beklentiyi yüksek tutmamak lazımmış. Tabi söylemesi çok basit ancak tecrübe etmesi olabildiğine zor bir durum. Bugünkü çiçeği burnunda grubumuz Pillorian için de aynı şeyleri söylemek mümkün. Agalloch’un lideri konumundaki John Haughm kişisinin grubu dağıtmasının ardından Pillorian’ı kurmasıyla, “The Mantle”la “Ashes Against the Grain”le en az bir damla gözyaşı döken herkesin gözü bu gruba döndü. Elbette herkesin aklında o malum soru vardı; “Agalloch kadar iyi olabilecek mi?”
Tabii ki de birçoğumuz için bu sorunun cevabı daha albüm çıkmadan olumsuzdu. Agalloch zaten “The White” Ep’sinden sonra düşüşe geçmiş, “The Serpent & The Sphere” albümüyle birlikte bir daha asla eski günlerine dönmeyeceğini çok açık biçimde ortaya koymuştu. Ancak yine de Agalloch dinleyicisi duygusaldır, içinde benim de dahil olduğum bu güruh olarak önünü alamadığımız bir beklentimiz vardı. Açıkçası olmayacak duaya amin demek gibi görünen bu beklentiyi seviyorum ben, insanı canlı tutan bir beklenti bu. Tarafsızca izlediğin bir müsabakada yenilen tarafı tutma içgüdüsü gibi. Hatta öyle değişken ki, o sırada tuttuğun taraf öne geçerse, an itibariyle yenilen tarafı tutmaya başlar insan. Pillorian bunu başaramayacaktı, hepimiz biliyorduk ancak yine de istedik bir umutla ve ben bu umudu içimde yaşatmayı seviyorum. Sanırım bundan dolayı da Agalloch’u da çok sevmiştim. Agalloch bu tarz derin, anlamsız ve ne olursa olsun bir şeylere tutunmayı kendine görev edinmiş duygularımızı besliyordu çünkü. Dinleyiciler olarak buna kapılmamız oldukça olasıydı. Tabii ki sonucun da beklediğimiz gibi olmayacak olması da netti. Şaşırmadım. Başaramadı Pillorian.
Hayır “Obsidian Arc”ı yerin dibine sokmayacağım. Eğer etrafında Agalloch’a dair bir şeyler olmasaydı. Yeni ve tamamen bağımsız bir grup olarak çıksaydı. Şuan kendi alanında iddialı bir grup olarak lanse edebilirdim. Oldukça olgun adımlar atarak başlayan, oturaklı ve kendi sınırlarını iyi bilen, maksadını ve amaçlarını iyi belirlemiş bir grup derdim kendilerine. Ancak şu Agalloch etiketi her şeyi yok ediyor maalesef. Çünkü ne yaparsak yapalım albümdeki her duygusal an bizi acımasız bir karşılaştırmanın veyahut benzetme çabasının içine sokuyor. “By The Light of a Black Sun”ın girişi arpeji, ortasındaki akustik geçişi, sonundaki derbeder melodisi hatta onu geçtim, bir sonraki şarkı “Archaen Divinity”nin black ve tavizsiz havası bile geçmişten sıyrılma girişimi gibi tanımlanıyor aklımda. Ne yaparsam yapayım içimdeki o karşılaştırma ve benzetme güdüsünden kopamıyorum. Aşık olduğun birinden zorla kopup, başka birini sevmeye çalışma sürecinde hazin biçimde yapılan karşılaştırmalar gibi. Yapmak istemiyorsun, söküp atmak ve yeni olana o yeniliğiyle kabullenmeye çalışıyorsun ama tek bir hareket bile kendini o düşüncenin içinde çaresizce bulmana sebep oluyor. Pillorian’da hissettiğim işte tam olarak bunlar oldu.
Yüksek gayretle geçmişin izinden kopabildiğim kadar kopup bakmaya çalıştığımda ise “Obsidian Arc”da garip bir olmamışlık hissediyorum. Kişinin yirmili yaşlarının sonlarına doğru gelip, otuzlu yaşlara ilk adımları attığı ve birçoğunun girmek istemese de girdiği o psikolojik “geçmişe dönüp bakma” eyleminde kendi yaşantısıyla ilgili hissettiği olmamışlık hissi gibi bir şey. Bir yanda yapılmak istenen birçok şey, diğer yanda yarım yamalak başarılar ve bir kamyon dolusu başarısızlık. Bir çoğunun suçu ülkeye, aileye, ekonomik duruma atılmış, geri kalanlar doğru anda doğru hamle yapılmadığı için yalan olmuş, az bir kısımsa salt aptallıktan heba olmuş başarısızlıklar. “Obsidian Arc” bütün bunları içeriyor. Yanlı iç hesaplaşmalarımız ve sıyrılmaya çalıştığımız günahlarımız albümdeki duygusal melodilerin yerini tutuyor. Geri kalan black öğeler ise, koca geçmişimizdeki olmamışlıklarımızın temsili tamamen. Bu yaklaşım beni albüme alıştırıyor. “Dark is the River of Man” şarkısına bakıyorum, sanki “The Mantle” albümüne koyulması düşünülen ancak genel yapıya uymadığı için vazgeçilen bir şarkı ismi gibi. Şah damarımızdan daha yakın olanın hiçbir şey yapmadan sanki kahkahalar atarak bizi izlemesi gibi. İçimizde yanlış dürtülere doğru hızlıca akan nehirler gibi. Sevmeyeceğimiz, sevemeyeceğimiz bir albüm “Obsidian Arc”, yalnızca geçmişimize baktığımızda hiç de hoşumuza gitmeyen olmamışlıklarımızı çıplak biçimde ortaya çıkaran bir albüm. Dibe vurmadan yukarı çıkılmaz derler, sanki dibin bir ölçüsü bir sınırı varmış gibi. Yine de serbestçe düşmeyi sevenlere öneririm.
80/100
Keşke her hayal kırıklıģımız böyle olsa derim ben,başka hicbir şeyin Agalloch gibi olamayacağına o kadar ikna olmuştum ki albümden hiç Agalloc olmasını beklemedim. Tek istediğim en sevdiğim müzisyenlerden biri olan J’nin içinden geldiği gibi adanmis bir müzik yaratmasiydi ve bu aradigimi buldum. Vokalleri hala tad kaciracak kadar iyi, black metal havasi nefis yedirilmiş evet bir Agalloch değil olamayacak da tipki diger elemanlarin kurdugu grup gibi. Ama son derece kalburüstü bir albüm.
Umut hala tükenmedi..
Khorada yakında ilk albümünü çıkaracak.
Her ne kadar John Haugm olmadıktan sonra pek bir anlam taşımıyor olsa da, kayda değer bir albüm çıkarmalarını umuyorum…