In the Woods… – Pure
GREEN CARNATION’ın dağılmasından sonra kurulan IN THE WOODS…, kulak ne kadar ihtişamlı olursa olsun boynuzun onu bir şekilde gölgede bırakabileceğini açık seçik ortaya koymuştu henüz ilk albümünden. 1995’te çıkarttığı “Heart of the Ages”dan bu yana IN THE WOODS… bırakın kötü yahut vasat albüm çıkartmayı, toplamda üç uzunçalarında mükemmelin aşağısına nadiren inmeyi başarmış bir oluşum. Yalnızca 4 yıllık bir süreçte çıkarttıkları “Heart of the Ages”, “Omnio” ve “Strange in Stereo” ile metal tarihine isimlerini bir daha çıkmamacasına kazımayı başardı bu Norveçli grup.
2000 yılında dağıldıktan, ve tam 14 yıl sonra tekrar birleştikten sonra nihayet 2016 yılında piyasaya sürdükleri “Pure”un grubun kendi kendine koyduğu bu standartların altında kalmış olması, aslında çok da beklenmedik olmamakla beraber, iyiden iyiye üzücü bir hal alıyor durum böyle olunca.
Peki “Pure”un IN THE WOODS…’un bilindik, sevildik (ve fazlasıyla üzen) seviyesinin altında kalmasının sebepleri ne bu defa? Sanıyorum ki birden çok cevabı var bunun.
En önemli ve henüz ilk dinleyişten insanın yüzüne çarpan değişiklik vokallerde elbette ki. Önceki üç albümde de grupta kadın vokalleri üstlenen Synne Larsen maalesef ki bu defa grupla birlikte yer almıyor. Her daim grubun avangard atmosferine muazzam bir uyum sağlayan sesiyle Larsen’in yokluğu dahi tek başına vokaller konusunda grubu aşağı çekebilecekken, bir de yine aynı albümlerde erkek vokalleri üstlenen Jan Kenneth Transeth’in de “Pure”da grupla birlikte çalışmaması iyiden iyiye can sıkıyor. Ses rengi kendisine aslında çok da uzak olmasa da, yeni vokalist Mr. Fog (James Fogarty) albüm boyunca fazla bir varyasyon sergilemeyi başaramıyor. Özellikle vokalin parlaması için yazılmış kısımlarda dinleyicinin ilgisini kısa süreli cezbedebiliyor; fakat bir şekilde hem temiz, hem de brutal vokalleri insanın kulağında o denli benzer çınlıyor ki, sanki tüm albüm boyunca aynı vokali durmaksızın tekrar ediyormuş gibi bir havaya bürünüyorsunuz.
Bir diğer can sıkıcı nokta ise albümün mixing’inde yatıyor. Kurucu üyelerden gitarist Oddvar Moi’nin 2013’te henüz yalnızca 39 yaşındayken kalp krizinden hayatını kaybetmesinden sonra gitar kayıtlarında da bir şekilde değişiklikler olmuş, ve bunun iyi yönde bir değişiklik olduğunu söylemek zor. Gitarlar öylesine ön planda ve de o kadar durağan ve sabit çınlıyor ki, diğer tüm enstrümanları albümün 68 dakikalık süresinin neredeyse tamamı boyunca bir ses duvarı ardından dinlemek zorunda kalıyoruz.
Albümde hiç mi iyi bir nokta yok peki? Elbette ki var. Daha önce ortaya peş peşe başyapıtlar koymuş bir grup bir anda kötü besteler yapmaya başlamamış tabii. Daha önceki düzeni takip ederek birbirinden fazlasıyla farklı albümler çıkartma geleneğini bozmayan IN THE WOODS…, “Strange in Stereo”ya nazaran daha geleneksel şarkı yapılarına dönüş yapmış, ve açıkçası şarkıların akışı ve planlamasıyla ilgili bir şikayette bulunmak oldukça zor.
Aşırı sevdiğim grupların albümlerinden beklentilerim genelde çok yüksek olduğu için bu tarz grupların yeni albümlerinin kritiğini yaparken biraz kendimden çıkıp, yandaki sandalyeye oturup müziği bir süre de oradan dinlemem gerektiğinin farkındayım genellikle. O yüzden biraz da sanki bu albümün sahibi IN THE WOODS… değil de yeni kurulmuş bir grupmuş gibi bakmak istiyorum.
Örneğin davullara ayrı bir paragraf açmakta fayda var. Her ne kadar bahsettiğim gitar duvarının ardında kimi zaman önemini yitiriyor gibi gözükse de, davulcu Anders Kobro şarkıların temposunu belirlemede parlamayı başardığı gibi Devil’s at the Door gibi şarkılarda beklenmedik anlardaki ataklarıyla müziğe ekstra bir katman ekleyerek bir aşama yukarı çekiyor.
Gitarlardaki distortion ne denli monoton çınlıyor olursa olsun, özellikle albümün sonlarına doğru gittikçe artan “epik”lik havasını gözden kaçırmak mümkün değil. Transmission KRS, This Dark Dream ve Mystery of the Constellations dinleyiciyi peşinden sürükleyip yıldızlara taşıyacak kadar iyi şarkılar.
Sonuçta çok iyi yanları olsa da, maalesef toplamda “iyi”den, IN THE WOODS… standartlarında ise en zayıf halka olmaktan ileriye gidemiyor “Pure”. Başka bir grup yapsa severek dinleyeceğim, muhtemelen bir yıl sonra ise unutup gideceğim bir albüm olacakken ne yeni grup logosu, ne kapağı ne de müziğiyle bir IN THE WOODS… albümü olmayı başarabilmiş “Pure” uzun süre benim için bir hayal kırıklığı olarak kalmayı sürdürecek.
68/100
Adamakıllı In The Woods dinlemeye bu sene Pure ile başladığım için grubu bilen birinin kritiğini okuyup önceki albümleri de birkaç kez döndürünce albüme bakışım olumsuz anlamda değişti hsdf. Ama yine de beğenen taraftayım sanırım ben, özellikle ilk şarkı, Devil’s at the Door ve This Dark Dream arkası dolu bir eşsizlikle yaratılmış, hem ilk dinleyişte yeterince etki bırakan hem de dinledikçe bağlayan, dengeli ve nefis şarkılar. Dediğim gibi, grubun geçmişine karşılaştırma yapamayacak kadar az hakim olduğum için albümün kötü yönlerine grubun dinleyicileri kadar odaklanamadım, ama özellikle yazıyı okuyup şarkıları tekrar dinleyince gitar tonlarından kaynaklanan monotonluğun albümü potansiyelinin çok daha aşağısına çektiğinin farkına varmam epey hızlı oldu.
Ellerine sağlık abi, kritik cahilliğime son verip Heart Of The Ages dinlememi sağladı, o yüzden daha da bi eline sağlık sdf
Ahah, sağ ol abi beğenmene sevindim.
Albüm de kötü demeye dilim varmaz dediğim gibi de, konu IN THE WOODS… olunca beklentilerim çok farklıydı. Heart of the Ages cidden akıl alır bir albüm değil, keza diğer iki albümleri de öyle.