DOWNFALL OF NUR – Umbras de Barbagia
Bu yazı 7 Haziran 2015’de kaleme alınmıştır.
“Y-A-L-N-I-Z-C-A D-E-L-İ-L-E-R İ-Ç-İ-N”
Bozkırkurdu, Hermann Hesse
Yaz yağmurunun o gürültülü, besleyici, berrak su damlalarının tozlu kaldırımlarda harcandığı anlardan belki de en coşkulusunda, düşen yıldırımın engin ve ezici ses dalgalarının, camından baktığım apartmanın duvarlarına çarparak ruhuma verdiği korku mesajlarının belki de en anlaşılır olanıydı ölüm. Yalnızca dört ay önce geçirdiği talihsiz kazadan dolayı iki kolu kesilen arkadaşım T. yatağa uzanmış beni izliyordu. Saat daha öğlen bile olmamıştı fakat akşam oluyordu sanki. Yağan yağmurlar renginden almıştı ıslattığı her şeyin, ağaçların yeşili, kaldırımların grisi, kiremitlerin kırmızısı, ıslanmaya teslim olup yavaşça yürüyen çarşaflı kadının siyahı, arabaların altına gizlenen kedilerin sarısı, komşunun penceresine koyduğu saksıda büyüttü çiçeğin moru ve son olarak marketin önünde biriken suyu çekpasla iten bakkalın mavisi ıslandıkça soluyordu. ‘Tek bir renge bürünüyor hepsi’ dedim, ‘ressam olsam çıldırırdım sanırım’. ‘Asla ressam olamazsın’ dedi T., ‘çünkü tonları ayırt edemiyorsun; farkları göremeyen, aynılıkta sıkışmışlar için bir gökkuşağı gibidir intihar, içinde sonsuz fark barındıran bir ütopyadır. Varlık oyununun mızıkçılık çıkaran haylaz çocuğudur.’ Dönüp ona baktım uzun uzun, ardından karşısındaki koltuğa oturdum. Sehpadaki sigaraya uzanmaya çalıştım, bir türlü uzanamayınca hafif ayağı kalkarak bir çırpıda alıverdim. Çakmak ise hemen yanındaydı. ‘Şu çakmağı tutup sana atmak gibi basit bir olayı asla yapamayacak olmak, bir kadını bir daha asla şehvetle okşayamayacak olmamdan daha çok içimi acıtıyor biliyor musun?’ ‘Nasıl yani?’ ‘İnsan işe yaramaz olduğunu fark ettiğinde hiç olmadığı kadar hırçınlaşır, gördüğü her şeyden, geçmişinden, benliğinden nefret eder. Bir işe yaradığını kanıtlamak için çabalar, uğraşır didinir. Tamamen vasıfsızsa başkalarını rahatsız ederek bu boşluğu doldurur.’ Kalktım çakmağı aldım, sigarayı yakıp çakmak gazına ilk nefeslik vergimi verdim. Derin bir iç çekti, belli bolca anlatacaktı ve ben de toprak mahsulünü içime çeke çeke bolca dinleyecektim.
‘Her şey reddedişle başlar bilir misin? En büyük patlama, en küçük atomun en önü alınamaz isyanıyla oldu. Öyle ki o reddedişin enerjisiyle bir evren çıktı ortaya. Reddediş işte, her şeyin başıdır. İlk tek hücreli canlının da hoşuna gitmeyen bir şeyler vardı, yetersizliklerinden usanmıştı, isyanı onu evrime sevk etti. Milyonlarca çeşit canlıya bölündü o isyan, karalarda, denizlerde, havada asla tamamen sayısını bilemeyeceğimiz kadar oldu. Her seferinde daha güçlü oldu isyanı, fiziksel yetkinliği artarken diğer yandan aklı da gelişti canlının, ta ki bizim türümüze gelene kadar.’ Bize geldikten sonra ne oldu peki? Diye sordum. ‘Yanlış şeylere isyan ettik’ dedi gülerek. ‘Toprak olacağımız gerçeğine isyan ettik aptal gibi, topraktan geldiğimizi bile bile hatta.’ Nefeslendi biraz ‘Ve toprak olmayı kabullenememe biçimlerimize göre ayrıldık. Öbür dünyalar yarattık kendimize bolca, sonra bizi besleyenlere tapınmaya başladık. Toprağa taptık, güneşe taptık, aya taptık, bize yemek getirene, bizi güzelce dövebilene, bizi şaşırtabilene taptık ve isyanı unutarak yarışı en baştan kaybettik.’ Sigaranın külünü üstüme düşürdüm, dağılmadı diye parmağımı dudağımla ıslatarak, küle hafifçe dokundum, parmağıma yapışması gerekiyordu. Biraz daha bastırınca dağıldı, elimle hızlıca atayım derken de her yerim kül oldu, hafif bir sinir gösterip külün düştüğü yere vurdum. Bir sigara külüne sinirlenecek kadar basit biri olarak karşımdaki kolsuz arkadaşımla hayatı ve insanları sorguluyordum. Peki öldüğümüzde biz toprak olacaksak, ruhumuz nereye gidecek diye sordum.
‘Lavoiser “Hiçbir şey yoktan var olmaz ve var olan hiçbir şey vardan yok olmaz” der bilirsin. O bunu madde için söylemiştir bense manevi olanı da katarak aynı şeyi söylüyorum. Ruhumuz bizim içimizde yoktan var olan bir şey değildir. Yüzyıllar önce ilk dürtülerini şekillendiren canlıyla başlamıştır ve kişiden kişiye daha fazla yoğrularak geçer. Ruh öğretidir, eserdir, tecrübedir, gelecek nesillere aktarılması için bedenden çıkıp bir şekle bürünmesi gerekir. Bir yazı olabilir, bir roman, hikaye; bir müzik olabilir, tıngırtı, cızırtı; bir çizgi olabilir, tâbi olmak isteyen için bir gidişat içermek zorundadır. Şayet kişi bunu başarırsa, o vakit sonsuzdur. Bunu yapmayan kimselerin ruhları ise dışarıda yağmurun ıslattığı kaldırımın herhangi bir toz parçasında yaşayan zavallı bir bakteri kadar bile yararlı değildir. Yiyip içip sıçtıklarının karşılığını vermeden, içindeki yaratıcılık maharetini bir kez olsa dahi kullanmadan, önce toprak olur, sonra böceklerin dışkısı, ardından toprağın humusu… Bir süre sonra o toprakta büyüyen ağacın meyvesindeki protein olarak başkasının bedenine girer. Bir erkeğin o milyonlarca sperminin arasında yeniden yarışa hazır biçimde bekler. Diğerlerinin arasında galip gelerek ilk tutunduğu şey bir peçete olmazsa bir şansı daha olabilir. Ancak olmaması bence daha iyidir.’
Kollarını kaybetmişti T., değer verdiği bir şeyi kaybedince deliren insanlardan biri olmuştu. Acınası halini görmek hoşuma gitmiyordu, histerik bir coşkuyla konuşmaya devam ederken sözünü kestim. Acil bir işim olduğunu hatırladığımı söyledim, evime dönüp bilgisayarımın başına oturdum. “En iyi bilmem kimlerin bileceği bilmem kaç bilmem neler” başlıklarıyla dolu bir siteye girip, gecemi badana ettim.
95/100