The Ocean – Phanerozoic I: Palaeozoic
Merhaba.
Uzunca bir süredir progresif ya da sevmediğim bir tabir olsa da post-metal denildiğinde aklıma ilk gelen birkaç isimden biri haline gelen Alman grup The Ocean, nereden baksanız enteresan bir grup. Her şeyden önce çok modern, progresif bir bakış açısına sahipler ve neredeyse bütün metal türlerinden birer parça barındıran fantastik bir müziğe sahipler. Kendi stüdyolarında, kimi zaman 18 aylara varabilen sürelerde kaydediyorlar albümlerini ve The Ocean Collective olarak anılmalarına neden olacak şekilde çok uluslu, devamlı değişen bir yapıları var(dı). Hatta bir dönem her konserde başka müzisyenler sahneye çıkıyordu The Ocean adı altında. Derin konseptler belirleyip müziklerini düşünsel açıdan zenginleştirerek iyice işi şova dökmeleri ise bambaşka bir konu. Dünyada onlar kadar geniş kavramları bu kadar hakkını vererek işleyebilecek çok az grup var gerçekten. Kısacası büyük bir hayranı olmasam bile The Ocean’a çok saygı duyuyorum.
İç-dış yıkayıp yağlarken bir anda direksiyonu kırıp grubun hayranı olmadığımı belirtmemin sebebi ise aslında biraz da The Ocean’ı iyi yapan şeylerin kendisiyle ilgili. Bu kadar deneysel, derin ve karmaşık işler ortaya koymaları, onları bir çırpıda özümsenecek bir grup olmaktan çıkarıyor ve bazen bu talepkar albümler karşısında insanın biraz gözü korkabiliyor. Sağda solda denk geldiniz mi bilemiyorum ama grubun iki bölümden oluşan yeni çılgınlığı Phanerozoic‘in 2 Kasım’da yayımlanan ilk bölümü Phanerozoic I: Palaeozoic‘in kritiğini bir ay kadar geciktirmemin nedeni de tam olarak bu. Dinle dinle bitmeyen bir albüm yapmış zira The Ocean.
Doğanın kendisine referans verebilecek türden uçlarda gezen ve buna rağmen dengeli bir yapısı var The Ocean’ın. Yumuşadığında yaprak kımıldamıyor adeta ve huzurlu, barışkan bir sakinlik çöküyor müziğin üzerine. Fakat fırtına öncesi sessizlik doğru zamanda öyle büyük bir gümbürtüyle, öyle güçlü bir sarsıntıyla bozuluyor ki, tarihten silinen Pompei’deki zavallı insanların son anlarındaki o dehşet ve şoku yaşatıyor The Ocean insana. En son Pelegial ile okyanusun derinliklerinde bıraktığımız grup, bu defa bundan on yıl kadar önce yarattığı konseptten devam edip yerkürenin derinliklerine, arzın merkezine doğru dalış geçiyor ve Cambrian II: Eternal Recurrence‘ın ortasındaki, yavaş yavaş yükselen ve duvarları titreten bir patlamayla dağılan bas partisyonu, albümün kalanı hakkında yeterli fikri veriyor. Yalnız söylemeden geçemeyeceğim; finaldeki o nakarata dönüş nedir öyle.
Okyanusu terk ediyor dedim ama aslında Paleozoik, taşıl oluşumuyla birlikte (çok biliyormuş gibi taşıl maşıl yazıyorum ama bunlar hep internet) ilk balığa benzer organizmaların ortaya çıktığı düşünülen bir dönem. Kısacası kendi akışı içerisinde hala belirli bir sistematiği devam ettiriyor The Ocean. Detaylarda boğulmanın bir anlamı yok belki ama bu grubu tüketirken biraz araştırma yapmak, sözlere dikkat etmek ve en azından konseptin ana hatlarını kavramak gibi bir ön koşul söz konusu. Zaten gruba getirilebilecek tek eleştiri de bu neredeyse. Bir de Paleozoic bence bazı anlarda fazla sakin bir albüm, fakat ikinci kısm dinlemeden buradan vuramam gruba. Belki de konsept gereği esas coşkulu anları ikinci bölüme saklamışlardır. Ordovicium: The Glaciation of Gondwana‘da bir parmak bal tadındaki coşkudan biraz daha istiyor, arıyorum doğrusu. Fakat albüm genel anlamda hüzünlü bir atmosfere sahip ve orta tempolarda seyretme hali belli ki bu bilinçli bir tercih. O nedenle bekleyip göreceğiz.
Bu ani patlamanın ardından ise albümün en uzun şarkısı Devonian: Nascant giriyor. KATATONIA insanı Jonas Renske’nin de konuk olarak yer aldığı bu epik parça da kendi içindeki dalgalanmaları ile The Ocean karakterini en iyi şekilde özetliyor. Yoğun atmosferi, temiz-kirli vokalleri, sert-yumuşak bölümleriyle gerçekten gövde gösterisi yapıyor grup. Permian: The Great Dying‘in vokalleriyse albümde en sevdiğim şey galiba. Doğanın kendisi dile geliyor adeta. En azından sözlerden anladığımız bu.
Pelegial gibi bir-iki dinlemede insanı darmadağın eden, zihne kazınabilen bir albüm değil bence Palaeozoic ama yılın en acayip işlerinden biri olduğu bir gerçek. 2020’de gelecek ikinci bölümle birlikte voltran oluşturup efsanevi bir noktaya çıkabileceğinin sinyallerini de veriyor hatta. Yine de uzun uzun dinlemek, köşe bucak her tarafını kurcalamak gerekiyor tam manasıyla tüketebilmek için. Garip, deneysel, katmanlı, karmaşık ve harika bir albüm Phanerozoic I: Palaeozoic. Harcayacağınız zamanı sonuna kadar hak ediyor.
89/100
“Yes I’d kill to relieve the load,
Yes I’d kill to relieve the burden!”
Esoteric Malacology ile birlikte yılın en iyi albümü benim için. The Ocean’ın hemen her albümünün köpeğiyim; ama sanırım Precambrian’dan tahtı devralıyor bu.